SEÇİLMİŞ YAZILAR

Öldüren Ölenden Uzun Yaşamaz

Prof. Dr. Acar Baltaş

Bu yazı 22 Ocak 2013 yılında Milliyet Gazetesi’nde, Aralık 2011’deki Uludere olayları üzerine hazırlanan bir rapor üzerine yayınlandı. Bölgemizde ve Ortadoğu’da artan gerilimler nedeniyle yazıyı biraz daha geliştirerek tekrar yayınlamayı uygun gördük.

2012 Yılının Kasım ayı içinde Türkiye Psikiyatri Derneği Diyarbakır Şubesi’nden dört kişilik bir heyet Uludere ilçesine bağlı Ortasu ve Gülyazı köylerine giderek yaptıkları araştırma ve gözlem sonuçlarıyla ilgili bilgi verdi. Buna göre, “bölgede öfke ve umutsuzluğun hakim olduğu ve kadınların yas tutmak amacıyla artık renkli kıyafetler yerine siyah elbiseler giydiği” belirtildi.

Türkiye’de Güneydoğu’daki çatışma bölgelerinin dışında yaşayanlar için gazete ve televizyonlara yansıyan çatışma haberleri bir yönüyle üzücü, bir yönüyle can sıkıcı, bir yönüyle de kanıksanmış nitelik taşımaktadır. Bu haberlerin içinde etkisiz hale getirilen terörist sayısı (bu öldürülen yerine kullanılır), yaralı ve şehit haberleri yer alır. Okuyucular için haber burada biter. Daha sonra hangi tarafta olursa olsun geride kalanların hayatlarından bir haber çıkmaz. Ölen ölür ve onlar için bildiğimiz hayat biter. Ancak hem ölenlerin yakınları, hem yaralananlar, hem de çatışmaya katılıp yaralanmadan hayatta kalanlar için çatışma anından itibaren farklı bir hayat başlar. Yaralananlar eğer aldıkları yara kendilerinde önemli ve kalıcı bir iz bırakmışsa bunun getirdiği eksiklikle hayata uyum sağlayıp yaşama tutunmaya çalışır ve tekrar tekrar çatışma anını yaşar. Zaman geçip çevrelerindeki ilginin azalması, acınma ve kendine acıma duygusu depresyona ve öfkeye dönüşür.

Bundan aylarca önce yazdığı bir yazıda Ece Temelkuran, “karşı tarafı bitirerek ve kökünü kazıyarak” elde edilebilecek bir barışı sorguluyor ve yazısını şu çarpıcı tespitle tamamlıyordu. “ Sanki öldürenin ölenden daha çok bir hayatı olabilirmiş gibi… Öldüren ölenle ölmezmiş gibi… Kanın laneti silinirmiş gibi…”

Bir silahlı çatışma sonrasında görünen yaraları iyileştirmek için bilinen bütün imkanlar kullanılır. Ancak savaşın görünmeyen yaralarını iyileştirmek için aynı özen gösterilmez. Silahlı bir çatışma ortamında bir süre geçiren kişi, görme alanı içine giren her hareketin bir tehdit olduğunu hissederek yaşamaya devam eder. Bu duruma literatürde “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” denir.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu

Bu kavram literatüre yetmişli yıllarda Vietnam Savaşı’ndan dönen Amerikalı askerlerin yaşadıkları sorunlar üzerine girmiştir. Ancak savaşın askerler üzerinde yarattığı dehşet, eski Yunan’da “kutsal delilik” (divine madness), Amerikan iç savaşında “asker yüreği”, I.Dünya savaşında “mermi şoku”, II.Dünya savaşında “savaş yorgunluğu” olarak, çaresizliği kutsallaştıracak şekilde adlandırılmıştır. Vietnam Savaş’ndan sonra kavramın kullanımı askerlerle sınırlı kalmayıp, dehşete muhatap olanlar herkes için kullanılmaya başlanmıştır.

Savaş ve bir terör olayıyla karşılaşmak en yüksek düzeyde stres doğurma özelliğine sahiptir. Bu tür deneyimlerden geçmiş bazı gaziler sağlıklarını korumayı başarırlar. Ancak gazi ve savaş kurbanlarının büyük çoğunluğunun kendileri ve geride bıraktıkları için durum farklıdır.

Savaş insanlar üzerinde büyük çoğunlukla kalıcı ve yıkıcı bir etki yaratır. Ancak bu konuda esas belirleyici olan savaş koşullarıdır. Örneğin ateş hattında olmak veya dışında olmak önemli bir belirleyicidir. Askerlik hizmetini ateş altında mücadele ederek geçirenlerin, böyle bir deneyim yaşamayanlara kıyasla daha kısa yaşamakta oldukları bulunmuştur. Savaş koşulları ne ölçüde rahatsız edici ve yabancılık yaratıcı ise, sağlık üzerindeki yıkıcı etki o ölçüde artmaktadır.

Travmatik Stres Neden Yıkıcı?

Sürekli ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olmak, yakın arkadaşlarının öldüğünü görmek, bazen onların kollarında ölmesinin çaresizliğini yaşamak, bu hırsla “düşmana” acımasızca davranmak zorunda kalmak ve onları öldürmek, insan üzerinde hayatı boyunca devam edecek etkiler yaratır.

Bu etkilerin büyük çoğunluğu birçok kişi için, hayat boyunca ağırlaşarak devam eder. “Post travmatik stres bozukluğu” olarak adlandırılan bu belirtilerin başlıcaları, uyku bozukluğu, alkol kullanımı, depresyon, kalp hastalıkları, insanlardan uzaklaşma ve sosyal uyum zorlukları, panik anksiyete, şiddet eğilimi ve intihar düşünceleridir. Burada sıralanan belirtiler arasındaki ilişki oldukça karmaşıktır. Bu belirtilerden sadece kalp hastalıkları doğrudan ölüm nedeni gibi gözükmektedir. Oysa depresyon ve buna bağlı olarak ortaya çıkan insanlardan uzaklaşma, kişinin sağlıklı ve üretken bir iş hayatına sahip olmasını engellemektedir. Benzer şekilde alkol ve madde kullanımı, şiddet eğitimi kişinin bulunduğu ortamda soyutlanmasına ve haksızlığa uğradığı duygusunu yaşamasına neden olmaktadır.

Savaş sırasında eşten ve evden uzun süreli ayrılıklar ve döndükten sonra, bazılarını yukarıda sıraladığımız türden sorunlar, boşanmaya ve ailenin dağılmasına yol açarak, sorunların birbirini besleyerek büyümesine neden olmaktadır. Ateş hattında geçen sürenin uzunluğu travma sonrası stres bozukluğunun ortaya çıkardığı problemleri şiddetlendirmekte, hostil (düşmanca) ve saldırgan eğilimleri arttırmakta, bu da doğrudan koroner kalp hastalıklarını tetiklemektedir.

Ağır travma yaşayan gazilerin hayatlarının daha sonraki yıllarında kronik hastalıklar geliştirme ihtimalleri, böyle bir etkiyle karşılaşmayanlara kıyasla çok yüksektir. Bu da ateş hattında savaşanların erken ölüm riskiyle karşı karşıya olduklarını göstermektedir.

Ateş hattında bulunmak ve sonra sağ olarak geri dönmek, sıkıntılı bir görevin yerine getirildiği anlamına gelmemektedir. Savaş gazilerinin büyük bir bölümü yaşadıkları travma ve rahatsız edici yaşantı ve şiddetin etkisiyle başarılı bir çalışma hayatına sahip olmak, sağlıklı bir evlilik sürdürmek ve bulundukları sosyal çevrenin uyumlu bir üyesi olmakta ileri derecede zorluk çekmektedirler. Kısaca belirtmek gerekirse, savaşarak sağ olarak geri dönüş, insanın hayatını damgalamakta ve o kişi için hiçbir şey eskisi gibi olmamaktadır.

Sonuç

Cepheden geri dönüş, gerek vatani görevini yapanlar, gerekse profesyonel askerler için bir bitiş ve rahatlatma değil, tam tersine “öldüreni ölenden daha yaman” bir hayatı beklediği bir süreci başlatmak anlamına gelmektedir. Bu nedenle cepheden dönen “kahramanlarımız” için yapmamız gerekenler, onları takdir etmenin ve yüceltmenin çok ötesine geçmektedir. Bu noktada karşımıza hazırlıklı olmadığımız iki sorun çıkmaktadır. Birinci sorun, sorumluluğumuzun gazilerin fiziki yaralarını sarıp iyileştirmekle bitmeyip, esas bu noktadan sonra görünmeyen yaralarını sarma sorumluğunu kabul etmektir. İkincisi ise, dağlarda “etkisiz hale getirilenlerin” geride bıraktıklarındaki kin, nefret ve düşmanlıkla başa çıkmanın mümkün olmadığıdır. Bunun için çok daha derinlemesine, sadece anlayış değil “cesaret” de isteyen bir anlayış gereklidir.

Görüldüğü gibi bir savaşın galibi yoktur. Bir silahlı mücadelede öldürenin yakınları da, yaralananlar da, savaşarak hayatta kalanlar da yaşamları boyunca yaşadıkları mücadelenin görünmeyen yaralarını ve izlerini taşılar. Bizim gazetede haber olarak okuyup geçtiğimiz bir olay, olayın içindekiler için hiçbir zaman unutulmaz. Bu nedenle de olayın tüm tarafları için ciddi ve derinlemesine sistemli bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Türk ulusunun tarihi toplu kahramanlık, bireysel cesaret ve fedakarlık örnekleriyle doludur. Ancak unutmamak gerekir ki, bazen barış yapmak, savaşmaktan daha büyük cesaret ister ve sanıyorum bu cesareti gösterme zamanı gelmiştir.

Kaynaklar

Ece Temelkuran: “Peki sonra ne olacak” www.htgazete.com, 22 Ağustos 2011
G. H. Elder ve Ark: The lifelong mortality risks of World War II experiences (Part of Terman Study); Research onAging.July,2009
K. A. Lee ve Ark: A 50-year prospective study of the psychological sequelae of World War II combat. American Journal of Psychiatry,152, 1995

 

  • Makaleyi Paylaş >
© BALTAS 2020 Tüm hakları saklıdır.