Türkiye’de Futbol Neden İlerle(ye)mez?



Bu sayfayı okumaya niyetlenenler bir futbol yazısı ile karşılaşmayı düşünmezler. Futbol Türkiye’de geçmişte erkeklerle sınırlı, günümüzde kadınları da içine alan, yaş ve toplumsal katman farkı olmaksızın, geniş kitlelerin ilgisini çeken, hem ekonominin hem psikolojinin hem de birçokları için hayatın merkezinde olan bir konudur. Bu nedenle maçlardan önce ve sonra saatler süren televizyon programları yapılır, basılı medya futbol ile ilgili haberlere geniş yer verir, sosyal medyada haberler sıklıkla TT mertebesine ulaşır. Böylesine geniş bir ilgi odağı olduğu için de çeşitli fonlardan sağlanan büyük bir maddi kaynak da bu alana aktarılır. Ayrıca büyük bir ihtimale Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir uygulamayla, profesyonel futbolcular gelirlerinin, kulüpler tarafından stopaj olarak ödenmesi nedeniyle, kazançlarının vergiden muaf olması gibi bir ayrıcalığa sahiptir. Ancak bütün bu ilgi ve sağlanan imkanlara rağmen milli takımlar düzeyinde alınan sonuçlar ve ülkenin futbol kültürü bu ilginin çok gerisindedir. Bu yazı beklenen sonuçların neden uzağında olduğumuz ve daha uzun yıllar da hedefe yaklaşmak yerine, giderek neden daha gerilerde kalacağımızı açıklamayı amaçlamaktadır.
Bir süre önce yapılan futbol zirvesinde UEFA’nın Finansal Fair Play Direktörü Andrea Traverso bir sunuş yapmıştır. Türk futbolunun röntgeni niteliğini taşıyan bu sunuşu elli kişiden az kişi izlemiştir. Bu sunuşta Türkiye’de takımların transfer ve maaş harcamalarının yüzde doksanlara yaklaştığı, oyunculara değerlerinin üzerinde ödeme yapıldığı, Avrupa’nın en yaşlı ligi olduğu, alt yapıya yatırım yapılmadığı kıyaslamalı verilerle ortaya konmuştur.
  • Antrenörler/Hocalar: Türk futbolunun öncelikli ve en önemli sorunu antrenörlerdir. Bu konudaki değerlendirmem, eğitim kurslarında ders veren kişi olarak birinci elden gözlemlere dayanmaktadır. Türkiye’de profesyonel liglerde takım yönetme yetkisi veren “prolisans belgesine” sahip antrenörlerin hatırı sayılır bir bölümü ancak “okur yazar” düzeyindedir. En üst düzeydeki takımlardan birinin yardımcı hocasının, kendi yazısını okuyamadığının tanığıyım. Yakın zamana kadar bu kurslar büyük çoğunlukla yasak savma kabilinden yapılırdı. Katılımcılar sadece dinler (not almaz/alamaz) ve ders sürelerinden daha uzun tutulan aralarda sigara içip, anlatılanları zaten bildiklerini konuşarak ve “Türkiye’nin futbol koşullarından” şikayet ederek vakit geçirirlerdi. Futbol ile ilgileri bir zamanlar “top oynamış” olmaktan öteye gitmeyen bu kişilerin, gençlerin potansiyellerini ortaya çıkartmaları düşünülemez. Herhangi bir düzeyde takım çalıştırma belgesine sahip hocalar, Anadolu’da bulundukları bölgenin belediye başkanları veya belediye ile iş yapan müteahhitler aracılığı ile takımın başına getirilir ve alınan başarısız sonuçların ardından, bir başkası aynı ilişki zincirini kullanarak döngüyü sürdürür. Türkiye’de yabancı dildeki literatürü izleyecek eğitim ve dil düzeyindeki hocaların sayısı iki elin parmağını zor bulur. Bu konuda alternatif oluşturacak beden eğitimi yüksek okulu veya spor akademisi mezunu gençler, futbolculuk geçmişi olmadıkları gerekçesiyle, bu ilişki yumağı içinde kendilerine yer bulamazlar.
  • Futbolcular: Futbolu meslek olarak seçme başarısına ulaşan Türk gençleri, “şöhretli olur ve para kazanırlarsa” hiçbir sorunları kalmayacağına inanır. Esas mücadelenin bu aşamadan sonra başlayacağını bilmezler. Şöhreti yönetmenin, baskı altında performans gösterecek direnci kazanmanın, rakibe saygı göstermenin, duyguları denetlemenin ve futbolun bütün paydaşlarıyla sağlıklı ilişki kurmanın yollarının öğrenileceği yer alt yapıdır. Bugün durum değişmekte olsa da, Barselona’nın geçmiş yıllardaki başarısının temelinde, takımda oynayan en az sekiz oyuncunun alt yapıdan yetişmiş olması vardır. La Mesia adı verilen alt yapı merkezindeki eğitim sürecinde günde sadece 90 dk. taktik ve teknik geliştirici çalışmalar yapılır, bunun dışındaki süre kişilik ve karakter gelişimine ayrılır. Çünkü iyi futbolcu olmak, yetenek, teknik ve atletik nitelikler kadar, zihinsel ve duygusal becerilerin de gelişmiş olmasına bağlıdır. Bu nedenle, tamamına yakını eğitimsiz ve dar gelirli ailelerden gelen ve böyle bir hazırlığa sahip olmayan gençlerin, çok kısa zamanda kazandıkları para ve şöhretin altında ezilmeleri kaçınılmaz olmaktadır.
  • Yöneticiler: Futbolu yönetenlerin büyük çoğunluğu yöneticilik pozisyonunu, kendi kişisel çıkarları için araç yapmak veya bilinirliklerini artırmak için kullanırlar. Amaç kısa yoldan başarı kazanmaktır. Hemen hiçbiri hayatında kurumsal hayatta geçerli niteliklerle bir işi yönetmemiş veya böyle yönetilen işin sahibi olmamıştır. Bu kişiler kendi işleri için yapmayacakları harcamaları yapar, paraları keyfi bir şekilde harcarlar. İşler içinden çıkılmaz hale gelip; başarısızlık hakemleri, federasyonu veya birilerini suçlayarak örtülemez duruma gelince de bırakıp giderler. Yabancı oyuncularla yapılan anlaşmaları okuyup anlayacak ve kulüp çıkarlarını koruyacak yönetici yok denecek kadar az olduğu için, kulüpler sürekli olarak bunlara tazminat öder veya oyuncuların haksız ve yersiz taleplerine boyun eğerler. Ayrıca bu durum daha sonra takım içindeki diğer oyuncularla dengenin bozulmasına neden olur.
  • Federasyon: Futbola yön vermesi, alt yapıları desteklemesi, futbolun ülkenin bütününde bilimsel yöntemlerle gelişmesinin sağlanmasından sorumlu olan bu en yüksek organ, varlığını, bir ölçüde birinci ligdeki hakemlerin performansına, esas olarak da A Milli Futbol Takımının başarısına bağlamıştır. Oysa A Milli Takımın başarısı yukarıda çok kısaca değindiğimiz başlıklarda yapılacak düzenlemelerin sonucudur. Federasyona seçilenler, Türk futbolunun değil, kendilerinin seçilmesini sağlayan kulüplerin çıkarlarını korumayı misyon edinirler. Federasyonun alt yapı ve tesislerin gelişmesi için kulüplere aktardığı kaynaklar, yöneticilerin yanlış transfer harcamalarında kullanılır ve buna göz yumulur. Bu konulara yakın olduğum zamanlarda, federasyonların ikili ilişkilerle, takımlara hakları olmayan konularda (cezaları hafifletmek, ihtiyaç duyulan maddi kaynağı sağlamak gibi) ayrıcalık sağladığını ve bu rüşvetin bedeli olarak da onları kontrol ettiklerine tanık oldum. Bu bağlamın uzantısı olarak da futbol ile siyasetin yakınlığının sakınca ve sonuçlarını, ayrı bir yazı konusu olduğu için, bu yazının dışında tutuyorum.
  • Yabancı oyuncu sayısının fazlalığı: Serbest rekabeti destekleyecek gibi gözükse ve niyet iyi olsa da, bunun doğru sonuç vermeyen bir uygulama olduğu görülmüştür. Bu konuda “Arsenal’da 16 yabancı var…” benzeri örnekler geçerli değildir. Çünkü İngiltere, Almanya, İspanya, İtalya ve Fransa’da soyunma odalarında o ülkenin dili konuşulur, antrenörler de en geç üç ay içinde yerel dili öğrenir ve konuşur. Futbol bir takım oyunudur, bir topluluğu takım yapan ilk öge de ortak dildir. Türkiye’de soyunma odalarında hoca konuşurken, aynı anda dört tercümanın tercüme yaptığına ve rahatsız edici kargaşa ortamı yaşandığını, odaklanmanın ileri derecede zorlaştırdığını, böyle ortamlarda bulunanlar bilir. Yabancı oyuncuların Türkiye’ye sadece para için geldiği ve duygusal hiçbir bağ yaşamadıkları açıktır. Bu bağı sağlayacak ilişki çerçevesini oluşturacak yönetim anlayışı henüz kulüplerimize uğramamıştır. 
  • Yabancı hocalar: Türkiye futbol kamuoyu, başarısını en üst düzeyde kanıtlamış Dünyanın üst düzey lig ve takımlarında kulüp ve milli takım çalıştıracak hocaları gördüğü gibi, son derece sıradan hocaların da performansına tanık olmuştur. Bu hocalar son derece sağlam anlaşmalar yaparak gelir, gelirken beraberlerinde getirdikleri yardımcılarına kendi ülkelerinde hayal edemeyecekleri imkanları da güvenceye bağlarlar. İşleri iyi gitmeyip, yollar ayrılma noktasına gelince, ortaya çıkan fatura herkesi şaşkına çevirir. Bu noktaya gelince hocalar da gönderilmek ve çalışmadan kazanacakları paraların beklentisiyle işleri iyice yokuşa sürer ve gönderme kararını alacak olanlara haklı gerekçeler verirler. Türkiye’ye gelen hocaların en önemli sorunu kültürel farklılıkları algılayacak entelektüel birikimden ve farkındalıktan yoksun olmalarıdır. Bunun sonucunda oluşan zihniyet şu tür ifadelerle medyada yer bulur: “Bunlar (futbolcular) yetişkin ve profesyonel. Nasıl yaşayacaklarını ve ne yapmaları gerektiğini bilirler”. “Ben kendimi sevdirmek için burada değilim, beni sevmeleri gerekmez, saygı duysunlar yeter…”. Kültürel farklılıklar konusunda bilgilenmesi söylendiğinde, “Ben uluslararası kariyere sahip bir hocayım, işimi nasıl yapacağımı biliyorum…” Türk kültürü sosyal normlarla hareket eden ve davranış ve kararlarına duyguların egemen olduğunu anlayacak kadar Türkiye’ye gönül verecek Jupp Derval, Gordon Milne gibi hocalar bulmak, özellikle günümüz koşularında, kolay değildir.
  • Medya: Gerek yazılı gerekse görsel medyada, futbolun özüne dönük, dünya futbolunu bilen ve anlayarak yorum yapan, yanlılıktan uzak medya mensubu sayısı bir elin parmağını zor geçer. Böyle olunca da, “topun da canı var”, “top istemedi” veya “futbolun dili birdir”, “biraz da şans olacak” gibi saçmalıklar, gazete sütunlarında veya ekranlarda bilgelik sayılır. Medyada yorum yapan eski topçular ve hakemler, Dünyanın en iyileri arasında olduğunu kanıtlamış hocaları “futbolu bilmemekle” suçlar, onların fizikleriyle alay eder (Yeniköy Kasabı) ve kamuoyu böylece, bu kişilerin engin kültürü ile aydınlanmış olur!
Sonuç
Bu listeyi seyircileri, hakemleri ve profesyonel takımlara hizmet veren diğer görevlileri de ekleyerek uzatmak mümkündür. Başarıya giden kestirme bir yol veya hedefi mutlaka vuracak “sihirli bir kurşun” yoktur. Her sorunun hızlı, kolay ve ucuz bir çözümü vardır ve bu çözüm sonraki daha büyük bir sorunun kaynağını oluşturur. Türkiye’de de sorunlar bütünüyle bu anlayışla çözülmeye çalışılır. Başarının yolu bilimsel yöntemleri kullanmak ve devamlılıktan geçer. Türkiye’nin futbolda sağladığı en yüksek başarıların, F. Terim’in dört yıllık devamlılığının ardından gelen bir Avrupa şampiyonluğu ve aynı takımın iskeletinin Dünya üçüncüsü olması tesadüf değildir. Benzer bir fırsatın verildiği A. Avcı’nın aldığı sonuçlar da, hem devamlılığın hem de bir ölçüde bilimin kullanılmasıyla başarılı olunabileceğinin işaretleridir. Bilimi kullanmaya hevesli gözüken ve buna yeterince fırsat bulamadığını düşündüğüm E. Yanal’ın alacağı sonuç merak edilmeye değer niteliktedir. Bugün aramızdaki farkın açıldığı ülkelerin birçoğunda futbol için yazılmış bilgisayar programları kullanılmaktadır. Bu programlar sayesinde bir hocanın kendi oyuncularını, rakiplerinin oyun planlarını ve transfer listelerindeki futbolcuların özelliklerini kusursuz şekilde analiz etmesi mümkündür. Ancak Türkiye’deki antrenörlerin önemli bir bölümü bilgisayardan korktukları için bu programları kullanmaları söz konusu değildir. Bu alanda kendilerine yardımcı olacak kişilerden de rahatsızlık duyar ve onları etkisizleştirirler. Üst düzeyde kulüplerde görev yapan ancak mail adresi olmayan hocalar vardır. Bu nedenle bu programları kullanarak hazırlanan ülkelere yetişmek hayal ötesidir. Çözümler ise başka bir yazının konusudur.
Son söz: İnsanın başını derde sokan bilmedikleri değil, bildiğini sanıp ancak yanıldıklarıdır.

 

Prof. Dr. Acar Baltaş
  • Makaleyi Paylaş >
© BALTAS 2020 Tüm hakları saklıdır.